Summer in the city!

After an ‘eventful’ time in istanbul, Emir and I came back to our little palace on the Upper West Side. New Yorkers know exactly what I’m talking about when I say ‘palace’… Anyway, I was so scared of NYC welcoming us with an unbearably hot weather, but my fear didn’t become my reality. It’s been a humid but not unbearable late July, and I’m hoping the same from August, come on New York!
My main task for the summer is editing my video files that I have from my projects, plays that I was in, and the workshops I’ve been leading since 2009. Since last week I’m going through my videos, watching my performances both as a performer and a teacher. I remember Stanley Tucci telling us in a scene study class to get used to watching ourselves, and how he has filmed himself trying out things before accepting the part in Devil Wears Prada, and that’s also when he figured that this character wears glasses. So, I’m glad to find out that this boring task of ‘editing the videos’, that I’ve been avoiding for months, is actually helpful for my process as an artist.
I already put some new clips from my improvisation shows on my Youtube channel!

photoThe other thing that I’m concentrated on this month is working out! I know, New Yorkers are saying ‘so what?’ because that’s what they do on a daily basis. But this lovely Turkish girl never could make working out a daily habit – YET! We, Turkish people don’t understand why people would be moving during their spare time! But I get it! And apart from the Tai Chi classes in Bryant Park, I’m using the opportunity of having an ex-professional basketball player in the house:) Emir and I are training in Central Park. He made me purchase a WNBA basketball, a smaller and way cooler basketball, as seen in the picture! Today I was finally able to perform a proper left hand lay up. And, let me give you a hint right away, that’s what blogs do right, so here we go;  if you’re close to the rim, you should aim to hit the backboard, you’ll see that the ball will easily go in, it works like magic!

photo(1)
Ege & Emir

 

Defne ve Korku

Istanbul’da iki aydan fazla vakit geçirmenin en keyifli yanı artık ne boğazda balık yemek ne de Spolin Atölyeleri (sözüm Spolincilerden dışarı:) )… Yeğenim Defne ile oynamak.
Defne artık neredeyse bir buçuk yaşında ve tabiri caizse, bir avuç arı! Sabah 7.30’da gözlerini açıyor, gülücükler, mırıldanmalar, ayaklarını öptürmeler derken oyun başlıyor, ta ki öğlen uykusuyla şarj vakti gelene kadar… Uyku sonrasında da harekete devam tabii ki. Her gün yeni kelimeler öğreniyor, ‘Oku’, ‘Biyy, ikii’ ‘Gaga’ ve ‘Haa’ (Hala;) bunlardan sadece birkaçı. Annesi Şebnem Defne’nin peşinde koşup oynamaktan bitap 🙂

Yan bahçedeki kara tavuk
Yan bahçedeki kara tavuk

Defne ile geçen günler benim için bir rüya! Başka bir dünyaya yolculuk gibi, huzurlu, hep neşeli ve her an ‘şu anda’, oyunda. Her saniye birşey öğreniyor, her sesi duyuyor, herşeyi görüyor, hiçbir şeyi kaçırmıyor duyuları ve sezgileri. Artık bahçeli bir evde oturuyorlar, Defne ağaç kovuklarına elini sokup küçücük birşeyler çıkarıp veriyor küçücük elleri ile, çamların iğnelerini topluyor, ve yan bahçedeki köpeğimiz Güçlü (hau diye havlayan), horoz (üürrü’üü diye öten) ve ‘Biyi biyi’ diye çağırdığımız tavuklar en yakın arkadaşlarımız… Dedim ya size, başka bir dünya!
En sevdiği şeylerden biri bahçenin evin yanına denk gelen boş bölümüne dalmak, aşağı doğru alıp başını yürümek. Yan tarafta tavukları ve Güçlü’yü izlemekBahcede. Tabii yanında biz oluyoruz hep, tavukları izlerken elele tutuşuyoruz. Özellikle de ben onu her an kucağıma alabilecek bir pozisyonda yakın tutuyorum, çünkü bir keresinde horoz aniden çok yakınımıza gelip bizi korkutmuştu.
İşte bahsedeceğim konu da bu; korku.
Bahçenin sol yanından aşağı inip tavukları izlerken bazen sessiz oluyor bahçe, tavuklar hareket halinde, Defne büyük bir merakla izliyor onları, ve yaklaşıyor yavaş yavaş. Arada tel örgü var, setin üstüne çıkmak istiyor ve tellere tutunarak onları yakından izlemek. Bir yandan da hissediyorum hafif hafif tedirginliğini ‘Cüclü del del!’ (Güçlü gel gel) derken. Bir keresinde bana ‘Haa kookoo’ dedi, bir yandan tavuklara yaklasmaya calısırken. Bir keresinde de bahcenin kenarında gri bir kedi vardı, Defne elimi sıkıca tutup adımlarını büyük büyük atarak kedinin yanına yaklasmak üzere ilerledik. Ben ne olur ne olmaz cok yaklastırmadım, ama o daha da yaklasmak istedi. Biraz uzaktan pisi pisi diye cagırdık kediyi ama gelmedi. Sessizce baktık ona biraz uzaktan. Defne’nin içinde hafif korku hafif tedirginlik ve büyük bir merakla elimi sıkıca tutup adımlarını büyük büyük atması hiç aklımdan gitmeyecek . Ne kadar da değerli bir o an!
Kendimin korku, merak ve cesaretle hayata yaklaştığım anlar geliyor aklıma; korkularıma yenik düşmeyip daha büyük adımlar attığım, bir yandan tedbir almaya çalıştığım anlar  (Elinizi tutan biri olması en büyük tedbir belki de). Bu hissi hiç kaybetmesin Defne diye düşündüm. Gurur duydum miniğimle. Hayatın tamamı belki de o bahçede yaşananlardan farklı değil, sürekli hareket halinde, oyunla dolu, bazen birileri sizinle oynamadığında hayal kırıklığı, köşeden sevdikleriniz çıktığında mutlulukla.
Korku ise çok ilginç bir duygu. Birçok tepkinin, birçok ilişkinin, birçok tercihin ana sebebi, korku. Birçoğumuzun eğitiminde ana araç korku. Büyük çerçevede gördüğünüzde korku üzerine devlet politikaları kuruluyor, Rusya’dan korkun, Japonya’dan korkun, şimdi de Ortadoğu’dan korkun politikası ile Amerika bütçesinin yüzde 40’ını askeriyeye ayırıp dünyayı yönetiyor. Toplumun çekirdeğinde ise, babandan korkmakla başlayan korku kültürü, öğretmeninden, doktordan, polisten, zamanla her türlü otoriteden korkmakla devam edip, daha sonra parasızlıktan, yalnızlıktan, başarısızlıktan korkmakla hayatta en belirleyici rolü ele geçirebiliyor.
Özellikle de kadınların korkularla yüklendiğini görüyorum ben. En başta aileleri tarafından. Türk kültüründe daha da fazla. Çünkü ‘avcı ve toplayıcı’ olması beklenen erkeğin cesurca hayata atılması gerekirken, kadından sofrayı kurması bekleniyor. Dış dünya tehlikelerle dolu olduğundan kadını tehlikelere karşı koyacak şekilde eğitmek yerine, ona evinden uzaklaşmamasını öğütlemek işimize geliyor genelde. Hepimizin içinde olan doğal korkular kadınlarda açığa çıktığında, ‘Üstüne yürü korkunun, temkinli ol ama korkak olma’ diyen az bulunuyor maalesef. Çok fazla kadın tanıyorum korkuları yüzünden içlerindeki potansiyelin farkına bile varamıyorlar.
Neyse ki nesil değişiyor. Alışkanlıklar, hayata bakışlar yenileniyor. Güçlü ve atılgan olmak erkeğe mahsus birşey olmaktan çıkıyor, ya da ben pozitif gözlerle böyle görmek istiyorum.
Bu arada yan bahçedeki köpeğimiz Güçlü dişi. Defne’yi de çok seviyor, bakışlarından anlaşılıyor. Ne de olsa Defne de güçlü, nasıl da yürüyor üstüne üstüne korkularının! Siz de yürüyün, yaklaşın kediye, yaklaşın yaklaşın 🙂
Defne cicek kokluyor - Smelling the flowers with Defne
Defne cicek kokluyor – Smelling the flowers with Defne

Getting some perspective in the old city #istanbul

CLICK ON THE FIRST PICTURE TO START THE SLIDESHOW


Full text in the slideshow:
I was walking along the bosphorus today and I saw The Rumeli Fortress, decided to pay a visit to get some perspective.
The entrance was just 5 Turkish Lira!
The fortress was built by the Ottoman Sultan Mehmed II between 1451 and 1452, before he conquered Constantinople. The three great towers were named after three of Mehmed II’s viziers, Sadrazam Çandarlı Halil Pasha, who built the big tower next to the gate, Zağanos Pasha, who built the south tower, and Sarıca Pasha, who built the north tower. Check out wikipedia please: http://en.wikipedia.org/wiki/Rumelihisarı
1452 ! Istanbul is such an old city ! So it is complicated like old people can be, because they saw so much… and at the same time it is simple, like old people can be, because they saw so much!
So I started climbing the steps like I said, to get some perspective.
Because when you are so close to something you can only see a small part of it, but when you step back and move away you will be able to see all the different angles.
As I see, read, suspect and feel all those feelings caused by what’s happening in the world I’m living in, I keep noticing layers… layer after layer as I keep stepping back to see the big picture.
And there I was, where I was able to see two continents from the top; Asia and Europe. How beautiful it was with the Turkish flag! By the way, there is another fortress just across Rumeli that is called Anatolian Fortress. When you acknowledge that these beautiful pieces of historical architecture were made for war, you start to think how many people have died here? And you feel sorry about the history of humankind which is filled with bloody stories of glory and defeat. At least I felt sorry for a moment. Then I saw the fig trees and remembered my childhood and it was all ok again. There was nothing I can do except to learn and take lessons from the history. Right?

And I got it! Istanbul is too beautiful that’s the problem. Istanbul is a truly beautiful woman. A natural beauty who will appear before your eyes only a couple of times in your life if you are lucky enough. Who wouldn’t want that woman? I’m not saying this from a heterosexual patriarchal male driven way, if i encounter with such a beautiful woman I would want her too! Just like istanbul, I would simply fall in love with her! Hard to explain, one can only understand when one sees her. And that’s why when some people try to put makeup on her, re-do her lips, cheeks, boobs, put too much glitter in order to ‘sell’ her better, the lovers get mad. And after a certain point they will say ‘Enough’ . Let her be!
I also found out another thing while I was up there on top of Istanbul; If i ever have a chance for a second life on earth, I want to be a tree. I want to be a tree, a pine tree if possible, so i can live long and smell nice. And if you ever dream of cutting me or ‘removing’ me like our prime minister carefully puts it, I would find you and ruin your dreams.
By the way the fortress has a small amphitheater and every summer there are concerts and sometimes plays are being performed. It’s really a thrilling experience to be there, and here I am thrilled behind my shades, can’t you see? — Love from the old city! ege.

Chen is coming to Istanbul!

Our dear friend clarinetist Chen Halevi is coming to Istanbul tonight! He’ll be here to record Emir’s piece “Fantasy on Istanbul Tunes” with Istanbul Trio. He’s coming with his fiancee Maia Brami, who is a writer from Paris, her latest book “Dans les Ventres des Femmes” (Inside Women’s Bellies) with a preface from Eve Ensler recently got celebrated through a series of artistic collaborations and exhibitions in Paris. So I am extra happy to have Maia in Istanbul, eager to make plans for their 3 day trip.
Chen had his debut under the baton of Zubin Mehta with Israel Philharmonic when he was 16. Today he is known as one of the leading soloists with his solo and chamber music concerts all around the world. When I first saw him perform with Emir, I thought he was between an incredibly skilled classical musician and a super gifted gypsy playing clarinet. Isn’t that the perfect combination?
Chen and Istanbul Trio’s performance will be recorded for Emir’s album Alla Turca Around the World.
If you are curious about it, you can contribute to this work and help us making it happen!
Here’s our fundraising campaign:

http://www.indiegogo.com/allaturcaaroundtheworld

and here’s Halevi and Tango Factory playing Piazzola, for a happy sunday keep watching his performances on Youtube before receiving Emir’s album:)

Defne ve Öylece Donakalmak

Defne tatilde

Yeğenim Defne 8 aylık. Kendisi 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde doğumundan bu yana sanki bir ortaokul aşkı gibi rüyalarıma giriyor. Istanbul’da onu görmeye giderken kalbim pır pır ediyor, havaalanına adım atar atmaz Defne’yi ne zaman görebilirim diye hesaplar yapmaya başlıyorum. Uzakta olmak kolay değil… bir rakı-balık özlemi bir de Defne özlemi…
Defne çok hareketli bir bebek. Aşağıdaki videonun bir anlam ifade etmesi için bu bilgiyi önceden vermem gerekli. Hep bir zıplama, hoplama, önüne gelen herşeyi avuçlama, ayağa kalkma çabaları içinde.
New York’daki fırtına haberlerini duyduktan sonra skype’laştığımızda kamera karşısında yine hareket halindeydi. Ta ki Emir piyano çalmaya başlayana kadar. Mozart’ın ”Daha Dün Annemizin…” diye bildiğimiz Fransız çocuk şarkısının melodisine yazdığı varyasyonlardan biraz çaldı Emir, ben de kamerayı ona yönlendirdim. Defne öylece kalakaldı. Mozart’ın çocuklara etkisini hepimiz biliyoruz. Defne’nin donakalışının bir sebebi de ilk defa piyano görüyor olmasıydı. Tabii o, bu basınca ses cıkaran şeyin ‘piyano’ olduğunu bilmiyor. Etiket koymuyor gördüklerine. O etiketleri ‘Bak bu piyano’ diyerek biz öğretiyoruz ona.
Annesi Şebnem, hemen ardından geçen hafta Defne’nin fayton gördüğünde ağzı açık donakalışını anlattı ve ardından aşağıdaki videoda göreceklerinizi.
Henüz 8 aylık taptaze gözleri ve hisleri ile Defne kendi dişleri de dahil olmak üzere herşeyle yeni tanışıyor; renkler, şeyler, insanlar, hayvanlar, duygular, yiyecekler, sesler, müzik… herşey onun için bir ‘novel experience’ yani ‘yeni deneyim’.
Hepimiz hayatta görünce, duyunca, dokununca öylece donakalacağımız şeylerin peşindeyiz. Bir manzara görüp kalakalmak, bir meyva ısırıp gözlerimizi açarak öylece tadını almak, bir kadın ya da erkek görüp donakalmak, bir çift ayakkabı görüp vitrinin camına yapışıvermek (kadın okuyucular ne demek istediğimi çok iyi biliyorlar)… Böyle düşündüğünüzde dünya ekonomisi bizim öylece donakaldığımız nesneler üzerine kurulu.
Üretilen nesneler işin bir kısmı, bir de ne mutlu ki dünyada sanat ve doğa var. Değerini bilenler için güzel bir müzik, bir ressamın seçtiği renkler, bir yazarın bazen tek bir cümlesi, bir performansçının sahnedeki duruşu, bir koreografın yarattığı sahne hareketi (…) zamanı durduruverir. Ben en son Hüseyin Sermet *’in Deutsche Senfoni ile verdiği konserde donakalmıştım ve bir yaz sabahı boğaz kenarında kahvaltı ettikten sonra Istanbul Boğazından geçen tankerleri izlerken, bir de New York’un sonbaharı ne zaman bana kendini farkettirirse, sarı-yeşil-kırmızı ağaçlara bakıp, duruyorum. Kasım’da İstanbul’a gitmeden New York Modern Sanat Müzesi MOMA‘yı ziyaret edip öylece kalakalmayı planlıyorum.
Maalesef büyüdükçe o kadar çok zırva ile doluyor ki kafamız ve etrafımız, sanki duyularımızı kaybediyoruz. Ve herşeyi bildiğimizi zannederek es geçiyoruz müziği, dolunayı, bir bebeğin ayağa kalkma çabasını… Öylece donakaldığımız şeyler yalnızca pahalı ve yeni şeyler olmaya başladığında ise durum en fenası! Çünkü zamanla bunların sadece ‘şeyler’ olduğunu unutuyoruz. Asıl aradığımız ise şeyler değil, deneyimler. Çünkü satın aldığımız yeni arabada da hoşumuza giden şey bize yaşattığı deneyim. Bu yüzden de yeni deneyimlerin farkında olmak yeni şeylerin peşinde koşmak demek değil. Deneyimin niteliği biraz da bizim onu farkedebilmemizde saklı. Sizin için piyano çalan biri şöyle bir bakıp sonra kafanızı Iphone’unuza çevireceğiniz ya da arkadaşınızla sohbete devam edeceğiniz birşey de olabilir, öylece durup o anda olan o şeye zaman ayıracagınız, merak edip, keyif alacagınız birşey de.
Araştırmalar zeki insanların ‘Novel experience **‘, ‘yeni deneyim’e daha açık olduğunu söylüyor. Viola Spolin de kitabında yeteneği deneyime açık olmak kapasitesi ile eşleştiriyor.
Deneyime açık olmak Defne için kolay, biz yetişkinler için ise zor. Herkese hayatın koşturmacasında öylece durakalacağınız yeni deneyimlerle dolu bir kış mevsimi diliyorum.
İşte Defne’nin yeni deneyimlerinden biri :

* İlk link sizi Sermet’in Chopin’in 2. Koncertosunu çaldığı konsere götürecek. Eşim Emir Gamsızoğlu’nun piyano hocası olan Sermet ne zaman şehrinize konsere gelirse koşarak bilet almanızı tavsiye ederim.
** Bu link de sizi sosyolog ve psikolog Mihaly Csikszentmihalyi’nin akış kavramını anlattığı TED konuşmasına götürecek. Mihaly ile oyunculuk hocam George Morrison sayesinde tanıştım. Spolin Atölyeleri‘nde akış halinde olma konusundan sıkça bahsediyoruz. Konuşma ingilizcedir, videonun sağ alt köşesinden Türkçe altyazı açabilirsiniz.

Where does Chopin belong?

The composer of the famous funeral march influenced many artists, writers, musicians even with his funeral. The Funeral March is being played in many funerals all around the world such as John F. Kennedy’s funeral and ironically Stalin’s. With his music, Chopin is in our lives for more than 150 years, and he’ll be here after we are gone. So can we say that he belongs to the romantic period? Just like many other classical composers’ work, his music is with us not only through concerts but also through funerals, telephone melodies, school bells. They are even in newborns’ rooms through little toys in order to sooth them into sleep. So, where does Chopin belong? Maybe he can answer this question his own;
“I do not climb so high. A long time ago I decided that my universe will be the soul and the heart of man. It is there that I look for nuances of every feeling which I transfer to music as well as I can.”
Great pianist Arthur Rubinstein once said “ Even in this abstract atomic age, where emotion is not fashionable, Chopin endures. His music is the universal language of human communication. When I play Chopin I know I speak directly to the hearts of people!”
Chopin’s legacy was his work, his music, his sigh. His musical innovations are being carried century by century. Some other geniuses left their thoughts, creations, or products that they designed. Sometimes just the life story of a genius is an inspiration for the future generations. Yet it is so hard to define what genius is. Is it genetic? Is it a defect? How much role environment has in a genius’ life? How does talent grow into genius?
All these questions twirl in our minds. The really important question is, why are we asking these questions? Are we doing it because we’re curious about how to get there, or how can our children become the geniuses of their times? Or are we looking for a release that may come from a definition, a solution, a label?
Where does this urge of defining everything come from anyway?
“Information” as being the flower of our century also became the disease of the century since in many cases, it doesn’t reflect itself as “knowledge”. Rather than that, information becomes a label. We want to know, we want categorize, we want to label everything as we grow up. We seek categories to make life easier, less complicated, less mysterious and less of a genius’ work. Why can’t our children live their lives, exploring, innovating, failing, suffering, traveling, and creating?
The geniuses in our history and our present are here to give us inspiration. Chopin was no hero and his life was no fairy tale, but now, 150 years after his death, just a piano is enough for him to reach our hearts. He doesn’t belong to the clichés defining the romantic period, or even classical music. He belongs to our hearts and minds as we open them to feel and to be inspired.
——
While writing Genius(by Chopin) -2 www.geniusbychopin.wordpress.com

After our first workshop for GENIUS(by Chopin)

Our first workshop was inspiring and so much fun! We read about Chopin, talked about his life and listened to couple of his pieces selected by our director Jim Furlong and pianist Emir Gamsizoglu. Then, we dived into a deep discussion on how we define genius. What makes a talented man a genius. How does it manifest itself? How do we recognize it? Would Chopin still be a genius if he was the son of a coal miner? and many many more questions…

GENIUS(by Chopin) is about the talent/gift/potential that we all have and how our surrounding affects to  manifestation of it. It is about the struggles before our potential can be released and show itself in the shape of a vision/innovation/work.
The play consists of six scenes from different times and places. Frederic Chopin with his life and music, being played live on stage, is our metaphor and the main stone that we build the play upon.

As the playwright and one of the performers of this play, I am having so much fun in the process of creating together. Join our next workshop (July 17th) to bring your questions or answers. We are looking forward to meet possible off stage and on stage company members. Check out www.geniusbychopin.wordpress.com for more info!

While writing GENIUS(by Chopin)…

What does being a genius mean?
a) Being smart
b) Being creative
c) Being unusual
d) Being crazy
e) Being talented
f) All of the above?
How many of you have at least one of these signs, characteristics in you? Or if not you, doesn’t your child come up with a crazy creative, smart, and unusual way to solve a problem every once in a while? I bet he/she does that very often.
Now another question;
How many people really inspire you with their choices, visions, life styles or creations? Not the people you read about, I’m talking about the people you live with, you see almost every day; your neighbors, classmates, colleagues, family members… If almost all of us have the gift of creativity, smartness, talent, and even craziness in us, why the world isn’t a better place? Why don’t we have more geniuses around us?

“Every child is an artist. The problem is how to remain an artist once we grow up.” Pablo Picasso

So, we can say that it is not only the pure talent that would make us a genius. Because as our friend Pablo puts out nicely, every child is an artist. Every child has the potential to be the genius of his/her time. The problem is how to remain one as we grow up. Because it is the endurance, hard work, resistance, and openness that let the talent grow into brilliance.
— an excerpt from “The Genius within us, and Chopin” on GENIUS(by Chopin) www.geniusbychopin.wordpress.com

Welcome to my website/blog!

I love bridges. I’m from Istanbul.
In this website you will find some detailed information about me as an actor who also teaches acting, coaches executives, directs and writes plays and creates projects.
In this blog you can follow what I am up to. No need to explain that I know! Just trying to show my hospitality in here as a Turkish woman…
These days I am up to finishing the second draft of a new play/project called GENIUS (by Chopin). It is a theatrical concert on Frederic Chopin, the composer and his genius, as well as the genius hidden in many of us. Let me give you the link for this special project that will premiere in NYC in October : www.geniusbychopin.wordpress.com – Yes, I love wordpress! – and yes, the piece will be performed in New York City. Because I live in New York City for 5 years now, enjoying burgers and bagels, boiling summers with clammy subway stations. I also enjoy walking around with a cup of coffee in my hand, that’s very New Yorker, I haven’t seen anyone sipping coffee while walking in Istanbul. In Turkey we like to take our time, especially with food. Well, I’m trying to find a mid-way. Told you, I love bridges!
Will keep you posted!